YAYINLAR

25 Haz 2019

CAMUS'DA HAYATIN SAÇMALIĞI KARŞISINDA İNTİHAR


            Sizleri felsefe tarihinin en karizmatik filozofuyla tanıştırayım; Albert Camus. Kendisi varoluşçuluğun önemli filozoflarından olmakla birlikte insan hayatına anlam katabilmek adına eşine rastlanmadık bir mücadele vermiştir. Kuşku yok ki o; ''saçma'', ''intihar'', ''başkaldırı'' temalarıyla beraber ''Sisyphos Söylemi'' ile tarihe damgasını vurmuştur.
           
           Peki ya hayatın anlamı nedir? Hayatımıza nasıl anlam katabiliriz? İnsan belki de varolduğu süre boyunca bunları sorar kendine. Elbette herkesin yaşam şekline göre bir yanıtı varolsa da her insan hayattan beklentilerini karşılayınca meşhur hayatın anlamı sorusunun cevabını bulduğunu sanır. Beklenti ve hayallerini gerçekleştirmeyen insan kendini intihara sürekler. Fakat bu intihar Camus'a göre yalnızca kelime anlamı gibi ''kendini öldürmek'' anlamında değildir. İşte bu yazımda öncelikle Camus'un ele aldığı temalardan biri olan intihardan bahsetmek isterim.

           Dünyanın insani özlemlere karşı kayıtsız oluşunu, mutluluk isteğini yüreğinin en derinliklerinde hisseden  insanın dünyanın sessizliğiyle karşı karşıya kalmasını ''saçma'' olarak nitelendirir. Gerçekten de bazen ne kadar istersek isteyelim ve bunun yanı sıra çabalarsak çabalayalım hayattan bir karşılık alamayabiliriz. Hayalini kurduğumuzun yalnızca hayaliyle kalabiliriz. Evet... iç çekişinizi duyar gibiyim.😊 İşte tam da burada Camus bu saçmalık der.

          Camus'a göre saçmanın tahammül edilemez ve dehşet verici bunaltısına dayanamayan insan onun yol açtığı şeylerden kurtulmak için çareler arar. İnsan için saçmayı ortadan kaldırabilmenin iki yolu vardır; ya insanı ya dünyayı yok etmek. Birincisine fiziki, diğerine ise felsefi sıfatıyla nitelendirerek intihar diye tanımlar. Felsefi intihar bu dünyadan vazgeçmektir. Yani insan ahiret inancına dayanarak bütün çabalarını maneviyat yoluna yöneltir. Kurtuluşu Tanrı'da arayarak saçma diye tanımladığı dünyayı ortadan kaldırabilir. Buna göre insani özlemlere kayıtsız kalan bir dünyada saçma bir hayatın bilincine varan insan kendine bu dünyadan farklı bir dünya arar. Bu arayış bir umut arayışına tekabül eder. Saçmadan kurtulmanın diğer yolu olan fiziki intihar, saçmayı duyumsayan insanın kendisini ortadan kaldırmasıdır.

         Camus'a göre saçmaya mahkum olmuş,  kötülük, umutsuzluk ve çaresizlik içinde olan insan kendisini kuşatan kaderden öc almak ister. Öc almak istemesi bu insanın köle olmayıp özgür olduğunu kanıtlamak istemesindendir. Bunun yolu da insanın kadere başkaldırıp kendini öldürmesidir. Fakat Camus intiharın asla bir kurtuluş olmadığını savunur. İntihar saçmaya başkaldırdığımızı göstermez. Bize özgürlüğü de getirmez. Aksine ona boyun eğdiğimizi, pes ettiğimizi gösterir. Onun gözünde intihar saçmanın onaylanmasıdır. Dahası kişinin yetersizliğinin ve güçsüzlüğünün kanıtıdır.         

       İnsan saçmadan kaçmak veya ondan kurtulmaya çalışmak yerine, kaderine dürüstçe boyun eğmelidir. Saçmaya bir yandan başkaldırırken bir yandan onu bütün yüce gönüllüğüyle kabul etmelidir. Asıl güçlü insan bunu yapandır. Saçmayı kabul edip onunla baş etmek insanı en azından içsel olarak özgürleştirir. Camus saçmayla hesaplaşmayı ve hayatı yoğun bir biçimde yaşamayı anlatmak ister.


        Camus'un bu söylediği hayatı yaşayan kahramanı ise Sisyphos'tur. Bilindiği üzere Sisyphos Yunan mitolojisinde yalancı, tanrıları hor gören biri olup tanrılar tarafından bir kayayı hiç durmadan dağın tepesine çıkarmaya mahkum edilmiştir. Bu olumsuzluğa rağmen o kaderine dürüstçe boyun eğip ölümü değil yaşamayı seçen hayatını bu şekilde anlamlandıran her şeye rağmen pes etmeyip mutlu olmaya çalışan biridir.

         Saçmalığın farkında varmış olan insan; mutlu olmak isteyen, özlemlerine kavuşmak isteyen, insanlarla ve dünyayla ilişki kurmaya çalışan fakat bu isteklerinin gerçekleşmediğini gören ama bu durum karşısında az önce bahsettiğim iki çeşit intihardan birine yönelmeyip bu durumu tüm açıklığıyla kabul eden ve bu sorun karşısında ne yapabileceğini araştıran insandır. Tıpkı kayayı her seferinde tepeye çıkarmak için ölesiye mücadele veren Sisyphos gibi. Onun bu durumu saçma ve trajik olmakla birlikte gerçekten de insanların  durumu da Camus'a göre böyledir. Camus bizden Sisyphos gibi düşünmemizi ister. Çünkü o kayayı kendi kayası haline dönüştürebilmiş biridir.










15 Ağu 2018

TÜMEVARIM SORUNU KARŞISINDA HUME'UN YAKLAŞIMI






Felsefe'de ''tümeller kavgası'' ilk kez Platon'un kavram ya da radikal realizmle başlamış olsa da esas Aristoteles mantığı tarafından ortaya konan, ama çözülmeden bırakılan temel bir problemin sonucu olarak ortaya çıkmıştır.Problem genel kavramlarımızın, dış gerçeklikte, genel varlıklara yani tümellere, tür ve cinslere karşılık gelip gelmediği problemidir. Plotinos'un öğrencisi olan Porphyrios'un, Boethius'un Latince'ye tercüme etmiş olduğu ''İsogoji'' adlı eserinde ortaya konmuştur. Porphyrios eserinde beş tümel konusunu;cins,tür,ayrım,tümel ayrım ve ilinek kavramlarını sistematik bir şekilde incelemiştir. Bu problemde temelde üç tavı ele alınmıştır.Birincisi, Platon'dan gelen realist görüş ya da kavram realizmidir. Kavram realizmine göre türlerin ve cinslerin hem insan zihninden bağımsız hem de olgusal varlıkların meydana getirdiği fenomenler dünyasından ayrı bir varoluşları vardır.İkincisi, Ochkamlı William tarafından savunulan nominalizm yer almaktadır.Buna göre, cins tür ayrımlarını gösteren bütün tikel ve tüm  genel kolektif terimlerin yalnızca isimler,yapay ve keyfi şeyler olup onlara karşılık gelen şeyin, nesnel ve gerçek varoluştan yoksun olduğunu öne sürer.Üçüncü tavır ise kavram realizmi veya radikal realizmle, nominalizmin bir sentezini yapan kavramcılıktır. Kavramların zihin tarafından nasıl oluşturulduğu  ve deneyimin tikel verilerinden hareketle oluşturulan kavramların, nasıl olupta genel olabildikleri,sorularını yanıtlamaya çalışmıştır.


Tümdengelimin en bilinen önermesi olan;''Bütün insanlar ölümlüdür.(evet devamı okumadan söylediğinizi duyar gibiyim 😄)Sokrates insandır.O halde Sokrates ölümlüdür.'' Bu bir dedüktif bir başka deyişle tümdengelim önermesidir.Mantıksal olarak öncüllerden sonucu çıkarabiliriz ve öncüller doğruysa sonuçta zorunlu olarak doğrudur.Fakat endüktif yani tümevarımsal önermeler bunun gibi değildir. Dedüktif olarak geçerli olmayacağı gibi sonuç mantıksal olarak öncüllerden türemez. Dolayısıyla sonucun doğruluk değeri olasılık ile ilişkilidir.Öncüller sonucu muhtemel kılabilir fakat kesinleştirmez. %99 oranında doğru olma olasılığı olsa dahi kesinlik kazanmaz.Eğer her zaman bıraktığımız taş düşüyorsa, onun başka zaman da düşeceğine dair bu olguyu muhtemel sayarız,onun kesin olduğunu söyleriz.Ancak o mantıksal kesinlik değildir.


David Hume, bu soruna nedensellik ilkesi ile yaklaşıp alışkanlıkla bağdaştırmıştır.Alışkanlık ise bağ kurmamızla ilişkilidir.Ona göre her A olayından sonra B durumu ile karşılaşırsak ve bu durum bir çok kez tekrarlanırsa ikisi arasında bir bağ kurarız;A, B'nin nedeni. Hava bulutluysa yağmur yağar. Havanın bulutlu olmasın neden yağmurun yağması ise sonuçtur.Bize nedensellik bağını kurduran beklentilerimizdir.Ve nedensellik bağını kurulmasında hafızamız etkilidir.Sık sık tekrar edilen olay hafızada yer edinir ve birbiriyle bağ kurulup alışkanlık haline gelir. Hume'a göre insan zihni belirli tecrübelerden elde ettiği bilgileri genelleme eğilimindedir.Dün güneş doğdu, bugünde güneş doğdu hatta şimdiye kadar her gün güneş doğdu fakat yarın da doğacağının bir kesinliği yoktur.İlk iki öncülden sonra ''o halde yarın da güneş doğacak'' önermesinin gelmesinin mantıksal bir zemini bulunamamaktadır.Çünkü ona göre tümevarımsal çıkarımlar bağ kurma ilişkisi ve izlenimlere dayanmaktadır.


Determinizm(nedensellik),her olayın bir nedeni olduğunu, insan varlıkları da dahil olmak üzere evrendeki her şeyin nedensel yasalar tarafından yönetildiğini öne süren görüştür.Tümevarım sorunu karşısında nedenselliği ele alan en etkili filozof Hume'dur. Determinizmin beşeri dünyada veya insan eylemi alanındaki karşıtı ise endeterminizimdir. Çoğu insan determinizm deyince endişeye kapılır. Bunun sebebi ise determinizmin özgürlükle bağdaşmadığına inanmalarıdır. Peki ya özgürlük dediğimiz şey nedir? Kuşlar gibi gökte uçma özgürlüğümüz yoktur.Erkek ya da dişi doğma özgürlüğümüz yoktur.Bazı filozoflar bunların hiçbirinin özgürlüğümüze sınırlama getirmediğini söylerler.Herhangi bir düzeyde biz yapmak üzere seçerek yerine getirebileceğimiz eylemlerimizi yapmakta özgürüz.Bir kitap okumak veya mutfağa gitmek için özgürüz.Fakat ayın üstünde uçmak veya vampire dönüşmek için özgür değiliz.Determinizmin farklı türleri vardır: nedensel veya nomonolojik determinizm,mantıksal determinizm, tarihsel determinizm.Kadercilikle aynı anlamda kullanılan zorunlulukçuluk ise evrende nedensiz veya rastlantısal hiçbir şey bulunmadığını her şeyin bir zorunluluğun sonucu olarak olduğu gibi var olmadığını,insanın geleceği hatta kendi eylemleri dahi etkileme gücünün bulunmadığını ileri sürer. 


23 May 2018

WONDER(MUCİZE) FİLMİNİN PSİKOLOJİK İNCELEMESİ

‘’Kimse görünüşünü değiştiremez. Belki biz görme şeklimizi değiştirebiliriz.’’



       Sıradan bir doğumu olmayan, bu sebeple 27 ameliyat geçirmek zorunda kalmış ve bunlara rağmen sıradan görünümüne kavuşamamış; Auggie… Diğerlerinden farklı görünmesinin sebebiyle evde annesi tarafından eğitim almıştır.Fakat ailesi artık diğer çocuklarla birlikte okula gitmesi gerektiği kararını alır. Bu karar üzerine  annesi Auggie’yi okula götürür. Okulun müdürü olan Tushman, okulda bulunan birkaç öğrenciyle tanıştırıp okulu gezdirmesini ister.  Bu gezinti sırasında okulun bilim derslerinin geçtiği laboratuara gelindiğinde Auggie ‘’yüzüne ne oldu trafik kazası mı geçirdin ya da yangından mı oldu ?’’ sorusuyla karşı karşıya kalır.Bu tip sorular  Auggie’nin ilk kez karşılaştığı sorular değildi. Bu sorulara maruz kalmamak için astronot kaskıyla gezmesi onun duygu durumunu da açıkça göstermektedir.  Astronot kaskını çıkardığında etrafındaki bütün gözlerin üzerinde olduğunun farkındaydı. Sadece bununla kalmamakla birlikte ‘’korkunç görünüyor,şuna baksana tam bir ucube ‘’tarzında kaba sözlerle karşı karşıya kalmaktaydı. Böyle anlarda onun yapacağı tek bir şey vardı, o da annesi Isabel’in söylediği ‘’bulunduğun yeri sevmiyorsan olmak istediğin yeri hayal et’’ sözünü uygulamaya geçirmekti.  

       Bireyin fiziksel görünümü yani bedenini nasıl algıladığı;kendine güvenini, değerlilik- beğenirlilik algısını, yaşama bakış açısını,arkadaşlık  ve aile ilişkilerini dolaylı olarak etkilemektedir.beden algısı çocuğun kendisini diğerlerinden ayrı bir varlık olarak algılamaya başladığı benlik gelişiminin oluştuğu dönemle birlikte başlamaktadır. Eğer fiziksel görünümü sıradan ve güzel görünüyorsa; kişiler arası ilişkilerin olumlu olduğu görülmektedir. Fakat fiziksel görünümde anormallik varsa, birey kendisini toplumda dışlayıp benlik saygısının kazanılmadığı görülür. Çocuğun fiziksel görünümü ile ilgili bilgisi doğuştan gelen bir  durum değildir. Ancak sosyal çevrenin söz,tutum ve davranışları hatta bakışları bile kendi bedeni hakkında fikirleri şekillendirmektedir. Çevreden alınan bu bilgiler çocuğun fiziksel görünüm ile ilgili farklılıkları yorumlamayı öğrenmesini sağlar. Dolayısıyla çocuk fiziksel farklılıkları doğuştan gelen bir ayrımla değil çevreden aldığı geri bildirimler yoluyla öğrenir.

       Auggie derse girdiğinde öğretmeni sınıfa şöyle bir soru sorar ‘’kendinize kimi örnek alıyorsunuz?’’ bu soru üzerine Jullian, Auggie’nin saçının alt kısmının örgülü oluşundan yola çıkarak yıldız savaşlarından bir karakteri sevmesi sonucuna varmıştır. Auggie’nin bu karakter gibi saçının alt kısmını örmesi bu karakteri ne kadar benimsediği ve model aldığını göstermektedir. Sosyal bilişsel kuramcılara göre öğrenmelerimizin büyük bir kısmının diğerlerinin yaptığını gözlemleme ve model almadan kaynaklandığını belirtmişlerdir. Bandura üç tip model tanımlar. Birinci tip gerçek model-belirli bir davranışı sergileyen gerçek insan.Fakat biz aynı zamanda sembolik bir modelden de – bir kitapta,filmde,televizyon programında,video oyununda ya da diğer araçlarda yer alan bir kişi ya da karakterden- öğrenebiliriz. Son olarak başka bir insan olmadan gerçek ya da sembolik bir model olmadan sözel yönergelerden –nasıl davranılacağının tanımlanması- öğrenebiliriz. Auggie’de karşımıza çıkan model alma ise ikincisidir. Örneğin pek çok çocuk davranışlarını futbol oyuncularından,rock şarkıcılarından ya da Harry Potter ve Hannah Montana gibi kurgu karakterlerden model alabilir. Auggie’nin de yıldız savaşalarında ki karakter  gibi saçını örmesi bunu kanıtlamaktadır. Fakat alınan model ile ilgili sosyal çevreden gelen bir takım  olumsuz eleştirilere maruz kalmak davranışın yapılma sıklığını azaltır ve hatta yok edebilir.Sınıf arkadaşı Jullian‘ın o örgülerin 15 yıl öncede kalmış olduğunu söylemesi ve ona ucube diye seslenmesinin ardından Auggie’nin eve gider gitmez örgüsünü makasla kesmesi bize sosyal çevrenin davranışımıza olan etkisinin kuvvetini göstermektedir.

       Tüm bunlara rağmen Auggie yavaş yavaş okula alışmaya başlamıştı aynı zamanda okulda ona alışmaya başlamıştı. Artık kötü sözler işitmemesine rağmen en sevmediği yer okulun bahçesiydi. Çünkü insanlar yüz ifadeleriyle de kendisine duygu durumunu belli edebiliyordu. Açıktır ki, bir heyecana eşlik eden yüz ifadesi,heyecanın iletilmesine hizmet eder. Psikologlar Charles Darwin’in klasik eseri The Expression of Emotion in Man and Animals’ın 1872’de yayımlanmasından beri, heyecanların iletilmesini türler için yaşamsal değeri olan bir işlev olarak görmüşlerdir. Bundandır ki duyguların yüzsel ifadelerinin önemli bilgiler ilettiği bir gerçektir. Bu gerçek, bir kişinin yüz ifadesi tek başına başka bir kişinin davranışını etkilemeye yettiği zaman daha da güçlü bir şekilde kanıtlanır.




       Sınav esnasında sınıf arkadaşı olan Jack’e kopya vermesiyle arkadaşlık bağı kuvvetlenir. Yemekleri onunla beraber yemeye başlarlar. Fakat Auggie insanların önünde yemek yemekten hoşlanmazdı. Bunun sebebi ise yemek yerken canavara benzediğinin söylenmesiydi. Çocuğun fiziksel görünümündeki herhangi bir farklılık travmatik etkilere yol açabilir. Bu durum üzerinde çocuğun içinde bulunduğu çevrenin tepkileri  önemlidir. Öncelikle çocuğa takılan lakaplar, kıyaslamalar kendi bedenindeki farklılığın olumsuz bir durum olduğunu anlamasını sağlar. Böylece bedenine yönelik üzüntü ve öfke duymasına ruhsal olarak olumsuz etkilenmesine yol açabilir.  Auggie’nin bu duruma maruz kalmasıyla onda görülen tepki ise başkalarının yanında yemek yiyemeyişidir. Fakat arkadaşı Jack’in ona eşlik edip bir canavar gibi yemeye başlayıp bu durumu eğlenceye çevirmesiyle Auggie’nin de yemesine vesile olmuştur. Auggie’nin artık birlikte yemek yediği,oyun oynadığı hatta kendisinin bile yüzüyle dalga geçtiği bir dostu vardı. Burada önemli nokta ise; fiziksel görünümdeki kusurların ancak sorun olarak algılandığında ruhsal bunalıma yol açabileceğiydi. Bu nedenle çevresinin tepkileri önem taşımaktaydı.  Ve cadılar bayramı geldiğinde Auggie artık özgürdür.. normalde kimsenin onu fark etmemesi için başını öne eğip yürüyen Auggie cadılar bayramında başı hep dik yürümektedir. Bulaşıcı hastalığı olduğu söylenip ondan kaçan insanlardan ötürü bugün onun tanınmaması ve herkesle selamlaşması Auggie için tam bir bayramdı. Fakat bu tanınmamak beraberinde bir olumsuzluğu da getirdi; sınıfa girdiğinde Jack de dahil olmak üzere onun hakkında çirkin ithamlarda bulunulmasına şahit olması Auggie için büyük bir yıkım olmuştu. Jack öncelikle annesinin ona iyi davranmasını istediği için onunla arkadaş olsa da onu tanıdıkça,dış görünüşünün ötesinde iç dünyasına inmeye başlayınca onunla takılmayı kendisinin de istediğinin farkına varmıştı. Bu durumdan sonra bilim fuarı projesi için Jack‘in ısrarı üzerine Auggie ile grup olurlar ve yaptıkları proje de 1. Seçilmeyi başarmışlardır. 

       Böyle bir farklılığı olan çocuğa yalnızca çevrenin etkisi değil onunda çevreye etkisi oldukça fazla olabilir. Annesinin yazmakta olduğu tezi Auggie doğduktan sonra yarım bırakıp bütün hayatını ona adaması  iki çocuğunun olmasına rağmen yalnzca tek çocuğu varmışcasına davranmak zorunda kalması  ve babasının da sadece onunla ilgilenmesi… ablası Via'nın da ‘’Auggie bizim güneşimiz;annem,babam ve bende güneşin yörüngesindeki gezegenleriz’’ benzetmesi; daha önce hiç annesiyle baş başa vakit geçirmedikleri  gibi babasından hiçbir konuda yardım almadığı ve hatta sınavlarına bile hastanede bekleme odalarında çalıştığını beraberinde getirmektedir. Bu çalkalantılı duygu durumuyla birlikte Via belki de anne ve babasından daha fazla etkilenmiştir. Buradan da anlaşılacağı üzere farklılığı olan bir çocuğun çevresine de  etkisi  oldukça fazladır. Ve bu da çevresindeki kişilerin duygu durumunda da hasarlara yol açabilmektedir.







       Okula ilk girdiği günlerde astronot kaskını çıkarmak istemeyen Auggie bir yılın sonuna geldiğinde artık ona ihtiyacı olmadığını fark etti. O olmadan da arkadaşlıklar kurabileceğini gitmiş oldukları kampta anladı.Diğer insanlardan farklı olması artık onu üzmüyordu. Burada sosyal çevrenin etkisi oldukça büyüktü. Çevresindeki insanların bakışlarının ve aynı zamanda davranışlarının değişmesiyle Auggie’nin de kendisine olan yaklaşımı değişmişti. Ve yıl sonu etkinliğinde onur ödülü almasıyla birlikte  ise  annesine teşekkür edip onu iyi ki okula gönderdiğini söylemesinden de anlaşılacağı üzere sosyal baskının kendisini soyutlayarak değil de tam tersini yaparak yani insanlarla iç içe olarak bunun yenilebileceğini ve insanların dış görünüşüne ilişkin bakış açımızın değişmesiyle bir ''mucize'’nin meydana gelebileceğini görmekteyiz.

28 Mar 2018

THE BLIND SIDE(KÖR NOKTA) FİLMİNİN PSİKOLOJİK İNCELEMESİ


'' Bazı insanlar soğan kabuğu gibidir,anlayabilmek için katman katman kabuğunu soymak gerekir.''    


     
     Babasını hiç tanımayan, uyuşturucu bağımlısı bir annenin oğlu, çocukluğundan beri nerede kaldığı belli olmayan, hayatı sokaklarda geçen kabuğunun katman katman soyulması gereken koca Mike ve bu kabuğu soymaya kalkıp ona bambaşka hayat veren anne Leigh...

Michael Oher (koca mike), spora olan yeteneği sayesinde zengin ailelerin çocuklarının okuduğu okula, okulun futbol takımının yöneticisinin ısrarıyla kaydolur. Dönem sonu Mike'nin not ortalaması 0,6 olarak belirlenmiş fakat bu elbette onun zekasının düşük olduğunu göstermez. Ama maalesef akademik öğrenme zorluğu çeken bir çocukla karşılaştığımızda genellikle zihinsel yetersizlikten kaynaklandığını düşünürüz. Zeka ile birlikte her alanın öğrenme yeteneğinden söz edebiliriz. Yabancı dil öğrenemeyen, isim hafızası iyi olmayan, ezberleme sorunu yaşayan, ya da top oynama yeteneği kötü olan kişiler bu alt alanlarla öğrenme yeteneğinin az olduğu söylenilebilir. Zekayla ilgili çeşitli araştırmalar gerçekleştiren Gardner zekanın yedi farklı boyutunun olduğunu ileri sürmüştür. Mike’nin top ile oynanan spor dallarında oldukça başarılı oluşu, bu yedi zeka türünden;koordinasyon,denge,hız,el becerisi gibi fiziksel becerileri gerektiren devinimsel zeka ile uyuşmaktadır. Not ortalamasına göre devletin yaptığı  kariyer eğilimi testinde sosyal ilişkiler %3,öğrenme kabiliyeti %5, koruma iç güdüsü ise %98 olarak belirlenmiştir. Amerikan futbolunda sol iç  oyuncu olarak yer alacaktır. Sol iç oyuncunun görevi ise oyun kaptanını gelebilecek her türlü tehlikeden ve ataktan korumak ve kör noktasını kapatmaktır. Koruma iç güdüsünün %98 oluşu Mike'nin futbol kariyerindeki başarısını büyük ölçüde etkileyecektir.

        Hiç göremediği babasının öldüğünü öğrenen ve ardından kaldığı evde istenmediğine dair sözler duyup çocukluğundan bu yana travmatik olaylarla karşı karşıya gelmiştir. Stres yaratıcı olarak algılanan olaylar, insan deneyiminin olağan yelpazesi dışına düşen travma, kontrol edilemeyen veya önceden kestirilemeyen olaylar, yaşam koşullarında büyük değişiklikleri temsil eden olaylar ya da iç çatışmalar karşısında meydana gelir ve bunlar karşısında oluşan strese verilen tepkiler anksiyete, öfke ve saldırganlık, duyarsızlık ve depresyon,bilişsel bozukluk olarak karşımıza çıkar. Mike’de ki görülen tepki ise bilişsel bozukluktur. Bilişsellik beynin düşünme, bilgi işleme, bilgi depolama yeteneğidir. Travma sonrası yaşanılan bilişsel bozukluk öğrenme zorluğunu da beraberinde getirir. Dolayısıyla Mike’de olduğu gibi bu tramvalar, içe kapanıklığı ve sosyal çevreden kendini geri çekme ile de karşılaşabilinir.


Mike’nin bu kötü durumunu fark edip onu evinde kalması için ikna eden anne Leigh, Mike’ye iyi bir yaşam sunmak için elinden geleni yapıyor. İçe kapanık olan Mike artık annenin ılımlı yaklaşımıyla onunla bir şeyler paylaşıp geribildirimde bulunuyor. Dolayısıyla bu sosyal hayatına da olumlu bir şekilde yansıyor. Mutlu bir aile hayatı Mike’nin geçmişte yaşadığı travmaları hafifleterek, onun öğrenme zorluğunu aşmasını da kolaylaştırıyor. İlk geldiğinde verilen sınav kağıdına soruları cevaplamayıp resim çizen Mike, daha sonralarda sorulara doğru yanıtlar vermeyi başarıyor.

        Olumlu Pekiştireçler tepkiden sonra gelen iştah açıcı uyaranlardır. Olumlu pekiştirmenin bir alt başlığı olan içsel pekiştirme kişinin  kendi içinde yaşadığı hazdır. Dolayısıyla Annenin Mike’ye hiçbir çıkarı olmadan bir karşılık, bir ödül beklemeden ona yardım edip kendi içinde bundan gurur duyup mutlu olması içsel bir pekiştireçtir. Annenin sergilemiş olduğu bu  tutum Kant’ın etik anlayışıyla da bağdaşmaktadır; ona göre etik çıkarsızlıktır ve bir şeyi, hiçbir çıkar ve menfaatimiz olmadan yapmamız gerekir. Bir kedi sırf beyaz ve sevimli diye onu beslemek bile etik değildir Kant’a göre.  Dolayısıyla Mike bir zencidir ve onların toplumunda zencilere alt sınıf gözüyle bakılıp, siyah olmanın bir kusur olarak görülmesine rağmen anne ona karşı hiçbir çıkar gözetmeksizin kant’ın ödev ahlakını uygulamıştır.  Daha sonrada Mike ve oğlunun kaza yaptığını öğrenip kaza yerine geldiğinde polislere ‘’onlar benim çocuklarım’’ demesiyle de Mike'yi oğlu gibi benimsediğini göstermektedir. Buradan da anlaşılacağı üzere anne olmak her zaman için biyolojik faktör gerektiren bir şey değildir. Psikolojik boyutuyla anne olmanın biyolojik olandan önemi daha büyüktür. Aynı zaman da bu sahnede Mike’nin  kaza anında hava yastığından çocuğu koruması da elbette koruma iç güdüsünün %98 oluşuyla ilişkilidir. Burada kaza, koşulsuz uyarıcı, koruma iç güdüsü koşulsuz tepki, çocuk ise nötr uyarıcı halindedir. Kaza ile çocuğun tehlikede kalmasıyla koşullu uyarıcı ve bunun sonucunda çocuğu korumak koşullu tepki haline gelir. Dolayısıyla burada klasik koşullanma söz konusudur.
 

Antremandayken Mike’yi gözlemleyen hocası Mike’nin sürekli başarısız davranışlar sergilediğini görüyor ve bunun üzerine Mike’nin daha iyi oynaması için yönlendirmeler yaparak Mike’ye hakaret edip bağırıp çağırarak ona psikolojik bir cezada bulunuyor. Psikolojik ceza etkili olmayan ceza türlerinden biridir. İşte burada karşımıza çıkan olumsuz bir pekiştirmedir. Olumsuz pekiştirme de sergilenen davranışın yapılma sıklığını arttırdığından Mike’nin başarısızlığı giderek artıyor. Bu durumu gözlemleyen anne Leigh, duruma farklı bir yöntemle müdahale ediyor; ‘’ biri bana saldırsaydı beni nasıl korurdun?, kaza anında oğlumu nasıl korudun ? işte bu takımı da öyle koru, bu takım senin ailen onlara saldırmalarına izin verme!’’ anne burada Mike’nin koruma iç güdüsünden faydalanarak ona farklı bir öğretme şekli uyguluyor. Annenin söylediklerini dikkate alan Mike, takımı adeta ailesini koruduğu gibi koruyup, başarılı bir şekilde ilerliyor. 
Mike artık aile ve takım arasında bir bağlantı kurarak bu bağlantıyı kurarsa başarıya ulaşacağının farkına varıyor. Burada söz konusu olan koşullanma araçsaldır. Örneğin salgılama, köpeğin yemeğe verdiği normal bir tepkidir. Ama bir organizmaya yeni bir şey öğretmek istiyorsak ‘’bir köpeğe yeni bir numara yapmayı öğretmek gibi’’klasik şartlandırma kullanılamaz. Hangi şartsız uyaran köpeğin oturmasını ya da yuvarlanmasını sağlayabilir? Köpeği eğitmek için onu önce numarayı yapması için ikna etmek gerekir ve sonra onu onaylayıp ya da ödüllendirmek gerekir.

 Thurndike ve Skinner’ın  yaptığı kedi ve fare deneyleri de bu şekildedir. Kedi deneyinde kedi bir çok denemeden sonra nasıl yemek ile sürgü arasında bir bağlantı kurup kafese konulduğu gibi sürgüye basmayı öğreniyorsa, Mike’de takım liderini korursa başarıya ulaşacağını öğreniyor. Ve bu koruma annenin aile ve takım ikilisi arasında bağlantı kurmasıyla gerçekleşiyor.

       Maç günü geldiğinde Mike karşı takım oyuncuları tarafından yapılan hakaret ve sergiledikleri tavır karşısında oyundaki başarısı düşüyor. Daha sonra koçun hakemin yaptığı haksızlık karşısında Mike’yi savunması ve ona oğlum deyip sarılıp motive etmesi olumlu pekiştireç örneğidir. Bu olumlu pekiştireçle Mike sönmüş olan davranışını yani takım ile aile arasında bağıntı kurup takımı koruması gerektiğini hatırlayıp ikinci yarıda çok daha iyi bir performans sergiliyor. Ardından başarısını keşfeden koçlar onu okullarına davet ediyor. Fakat o okullardan birine gidebilmesi için not ortalamasının 2.5 üstünde olması gerektiğinden özel öğretmen ile birlikte hedeflenene ulaşmaya çalışıyor. Mike derslerinde başarılı olursa dünyanın en iyi spor okullarından birine gidebileceğinin farkındadır. Burada spor okuluna gitmek ödüldür. Bu ödüllendirme sayesinde Mike derslerine çalışıp gerekli not ortalamasını alıp, ödüle ulaşır. Dolayısıyla burada da ödülün öğrenme de  olan etkisinin oldukça fazla olduğu görülür. Bu ödül çeşidi ise olumlu pekiştireçlerden biri olan etkinlik türüne karşılık gelir. Etkinlik türü ise hoşa gidilen bir etkinliğe,bir gruba,okula dahil olma veya  katılma olarak adlandırılır. 

Not ortalamasını yükselten Mike seçeceği okul konusunda karasızlığa düşüyor. Ardından soruşturmacı Mike ile konuşarak onun aklını karıştırıyor. Ona yapılan her türlü fedakarlığın kendi çıkarları doğrultusunda olduğunu ileri sürüyor. Bütün bu iyiliklerin kendi istedikleri okulda okuması için yapıldığını söylüyor. Bu konuşmadan etkilenen Mike, evi terk ediyor.  Arkadaşlarının yanına gittiğinde anne ve kız kardeşi üzerine yapılan çirkin söylemler üzerine onları korumak için arkadaşları ile kavga ediyor. Kavga esnasında ortamda bulunan bebek ağlamaya başlıyor ve bu ağlama sesi Mike’nin geçmişte yaşadığı polisler tarafından annesinden alınma anını hatırlatıyor. Burada da klasik koşullanma söz konusudur. Bunun üzerine bulunduğu ortamdan uzaklaşıp annesini arıyor. Anne ile konuşarak Mike, istediği okula gidebileceğini kendi tercihlerinin daha önemli olduğunu anlıyor. Bunun üzerine Micheal Oher Ole Miss Amerikan takımına girmeyi başarmıştır. Ve katman katman soyulması gereken Michael,  anne Leigh tarafından hızlı bir şekilde soyulmayı başarılmıştır.


Sonuç olarak, filmde hiç bir umudu olmayan bir kişiye bile yeterince emek verilirse, gerekli öğrenme koşullarının oluşumunda yardım edilirse ve bununla birlikte yetenekleri doğrultusunda ilerletilirse gelinebilecek en yüksek noktaya varacağını görüyoruz.


12 Şub 2018

KAVRAMSAL SANAT VE RENE MAGRİTTE ESERLERİNE FELSEFİ BAKIŞ




          Kavramsal sanatçılar bir resim veya heykel yapmak üzere yola koyulup bu amaca yönelik fikirler üretmek yerine geleneksel gereçlerin ve biçimlerin ötesinde düşünüp fikirlerini uygun malzemeler ile ifade etme amacı güderler. Kavramsal sanatta asıl amaç halkı derin bir felsefi düşünceyle  fikir üretmeye itmektir. Görselden ziyade fikir önemlidir. Görsellere herkes farklı açıdan bakıp fikir üretebileceğinden dolayı öznellik hakimdir,nesnellikten söz edilemez.
        
         Sanatın geleneksel özünü,sanatın bir iletişim aracı olduğu gerçeğini yakalayan ve sürrealist ressam olan René Magritte'nin bu yapıtı resimlerle sözcükleri bir araya getirdiği resimlerden biridir;                     
                             


          Magritte'nin ''sözcüklerin kullanılışı ve tual üzerine yağlı boya '' çalışmasında bir piponun altına ''bu bir pipo değildir '' sözcüklerini görüyoruz. Beklentilerimize göre bu sözcükler karşısında ya şaşırırız ya da onları hemen kabul ederiz.Bazıları fotoğrafa odaklanırken bazıları yazıya odaklanır. Fotoğrafa odaklananlar pipoyu hemen tanıyıp altında yazılana takılı kalmayacaklardır.Yazıya odaklananlar ise onun bir pipo olmadığını yalnızca tual üzerine sürülmüş bir yağlı boyadan ibaret olduğunu düşünür.Bu bir anlamda cebimizdeki pipodan daha gerçektir.Çünkü cebimizdeki pipo kirlenmiş, kırılmış, kullanılmış olduğunda tualde ki pipo daha gerçek bir pipodur. Fakat bu elbette içine tütün koyulup yakılacak bir pipo değildir,yalnızca tual üzerindeki bir boyadır

         Oysa platon'un idealar kuramında olduğu gibi bu dünya bir yanılsamadır,burada ki her şey asıl gerçekliğin bir kopyasıdır. Örneğin; ''klasik masa örneği masadan başkası kabul edilemez (!)☺'' dünyada çeşitli masalar vardır kimi tahta, kimi başka bir maddeden yapılma, kimi yuvarlak, kimi kare,kimi üç ayaklı,kimi dört... vb. fakat bu çeşitliliğe karşın biz hepsine masa deriz. Bunun nedeni hepsinin asıl gerçek masa formunun bu dünyadaki kopyaları olmalıdır. İşte her şeyin gerçeği demek olan ideası bir başka dünyadadır ve gerçek dünya bu dünyadır. Bizim bilgilerimiz bu dünyadan gelir daha sonra bunları tekrar ile hatırlarız. Ona göre hatırlama zaten var olan bir şeyi zihnimizde yeniden var etmektir.Bundan dolayıdır ki pipo dediğimiz nesnenin varlığını, kafamızdaki pipo kavramı belirler.

       
         Magritte'nin bir diğer çalışması olan;




      '' Bir çantanın altında gökyüzü, çakının altında kuş, yaprağın altında tablo, süngerin altında sünger sözcükleri vardır.''
Bu sonuncusu bizi öbürlerinden daha çok şaşırtır. Adlarla başlıklar konusunda düşünmeye yöneltir. Bu da bize tümeller problemini hatırlatır; problem genel kavramlarımızın dış gerçeklikte, genel varlıklara yani tümellere karşılık gelip gelmediği problemidir. Bu problem de temelde üç tavır alınmıştır; birincisi Platon'dan gelen realist görüş ya da kavram realizmidir. İkincisi Ockhamlı William tarafından savunulan nominalizm, üçüncüsü ise radikal realizm veya kavram realizminin sentezini yapan kavramcılıktır.


         Magritte'nin bu çalışması bizi Ockhamlı William tarafından savunulan  nominalizme yöneltir. Ona göre cins tür ayrımlarını gösteren bütün tikel ve tüm genel kolektif terimlerin yalnızca isimler, yapay ve keyfi simgeler onlara karşılık gelen şeyin nesnel ve gerçek bir varoluştan yoksun olduğunu öne sürer. Belki o saplı deri eşyanın adı gerçekten gökyüzü olmalı. Sözcükler kesinlikten uzak güvenilmez şeylerdir, ama biz gene de görüntülerden çok güveniriz sözcüklere. Bu arada görüntülerin de görsel gerçeklere yaklaşabileceğini kabul ederiz.


15 Oca 2018

İLİNTİSİZLİK VE ETİK İLİŞKİSİ ÜZERİNE KANT

    

         Ahlak bir toplumda insanların ilişkilerini düzenlemek amacıyla oluşturulmuş değerler bütünüdür. Ahlak etikten farklılık gösterir. Ahlak bir tolumun gelenekselleşmiş yaşama biçimidir. Etik ise bu pratiğin teorisidir. Dolayısıyla ahlakta bu teorinin uygulanması veya pratiğidir. Bu yüzden ahlaki ilkeler yerine etik ilkelerden söz etmek daha doğru olur, aynı şekilde etik değilde ahlaki bir davranıştan söz etmek gerekir. Etik bir kişinin belli bir durumda ifade etmek istediği değerlerle ilgilidir. Ahlak ise bu değerleri gerçekleştirme ve hayata geçirme tarzına karşılık gelir.

         Ahlaki eylemlerin temelinde öz çıkarım olması gerektiğini savunan etik öğreti olan egoizm aslında ahlaklılığa tamamen karşıtmış gibi görünen birinci şahsın bakış açısı çerçevesi içinde Hobbes tarafından öne sürülmüştür. Etik egozim başkalarına yarar sağlayan eylemleri takdir etmeyi ihmal etmez. Bunun da en önemli nedeni kişinin kendi çıkarlarını hayata geçirmenin yolunun başkalarıyla iş birliği yapmakta geçmesidir. Kişinin öz çıkarına hizmet eden, kendi iyiliğini hayata geçiren eylemleri ahlaki açıdan doğru eylemler olarak niteler. Kant'ta ise bir şeyin etik olması için bu durumun tam tersi olmalıdır. Dolayısıyla bir şeyin hiçbir çıkar ve menfaatimiz olmadan yapmamız gerekir. Kant'a göre işte etik budur;hiçbir çıkar onu gölgeleyemez. Bu bakımdan ahlakın olanağını uygulamalı güçlendirmek için yapabileceğimiz pratik fiziksel şeylerden birine ''erkeklerin feminizm toplantısına gitmesi'' örnek olarak verilebilir. Burada önemli nokta ilintisizliktir. İlintisizlik ise çıkarsızlık demektir.Bir davranışı o şeyi beğendiğimiz, hoşlandığımız için de  sergilememiz Kant'a göre bir ilintidir. Örneğin bir kediye sırf beyaz ve sevimli diye ona mama vermemiz etik değildir. Burada etik olmayan şey kediyi beslemek elbette değil fakat kediyi hoşumuza gittiği için beslemek etik olmayandır. Ona göre bu da bir çıkardır. Etik ise çıkarsız olmakla mümkündür. Kişi kendisine yapılmasını istemediği birşeyi başkasına da yapmamalı,burada önemli nokta empatidir. Bu konuda Yunus Emre ''sen kendine ne sanırsan başkasına da onu san'' düşüncesiyle Kant ise aydınlanmanın temeline yerleştirdiği ''sana uygulanabilmeyecek hiçbir şeyi savunma'' düşüncesi aynı noktaya çıkar.  Ahlakın olanağını güçlendirmenin bir şartıdır bu.
       
          Bu açıdan Kant'ın etik görüşüyle ilişkili olarak ''mış  gibi'' teorisi pratik olarak geliştirilebilir. ''Yoktur ama varmış gibi yaşarız.'' Mesela  cennet görünürde yoktur ama hayatımızda varmış gibi etkilidir.''İnanmaya yer açmak için anlamayı bir kenara bıraktım.'''der Kant. Anlamayı bir kenara bırakıp mış gibi yapmalıyız. Hiçbir çıkarla yaşamayan insan var mıdır? Yoktur. Var''mış gibi'' yapın diyor Kant. Çünkü etik ilintisiz olmalıdır. Yunus Emre'de fiziksel olarak varolan ötesinde var ise mış gibi yapın diyor. Derrida'nın ''Aydınlanmanın Hayaleti'' de böyledir;hayalet yoktur ama varmış gibi ondan korkarız.

           Etik alanındaki anlamıyla doğru eylem öğretisi anlamına gelen etiğin alt disiplinlerinden biri olan pragmatik, bir pratiğin ahlakiliği olarak kavradığı niteliğine değil;hedeflenen amaca gerçekten de ulaşmaya en uygun olan tekil eylemlere yönelir. Pragmatik akıl araçsal akıldır. Hedeflenene ulaşmak için en iyi aracı seçen akıldır. araçsal akıl çıkarsızlığa zıttır. Nasıl daha iyi bir maaş alabilirim? Nasıl notlarımı yükseltebilirim? Kendi çıkarlarımızı nasıl maksimuma taşırız? Bununla ilgilenir ama Aristoteles'e göre mutluluğun,insan olmanın kendi başına amaçsal olan boyutu vardır. Mesela çok iyi bir doktor olabilirsiniz ama iyi bir insan değilsinizdir. İyi bir doktor olmak araçsaldır fakat araçsalın ötesinde amaçsallık vardır ki bu da insan olmakla ilgilidir,iyi bir insan olmakla. Bundan dolayıdır ki Kant'ın etik anlayışına araçsal akıl ters düşmektedir. Çünkü ilintisizlik etiğin aşkınsal boyutuyla ilgilidir.